Son Veda – Final Break

Son Veda – Final Break


Final Break
Ian S. Thompson(İngilizce)
Son Veda
Ian S. Thompson(Türkçe)
 They had been walking along Oxford Street. Now they
stopped, Greg’s hand on her arm.
“This is the place,” he said. “I thought you might get the
sort of thing you liked here.”
Helen nodded, but there were tears in her eyes as she
looked through the shop-window. The new hat had been his
idea, not hers.
“What about the black one?” He pointed. “It would go with
your suit!”
Her lips trembled. One of the little things she loved so
much about him was the really genuine interest he had always
taken in what she wore. It had made you feel young, somehow,
loved, though in your heart you knew you were young no longer.
“Yes. Yes, it would, wouldn’t it?” She carefully avoided
meeting his eyes, because there was so much in her own eyes
that he must never see.
They went into the shop. A clerk appeared to wait on
them.
Helen described the hat. It was in the window.
She was wishing now that they had never come into the
shop. But Greg had been insistent. He wanted to give her
something. A parting gift, he had called it.
He was smiling now out of blue, untroubled eyes. Which
surprised her. And yet why should it, she asked herself, as she
took the hat from the clerk and placed it on her blue-gray hair?
 Oxford Caddesi boyunca yürüyorlardı. Ve şimdi Greg’in eli
onun kolunun üstünde, durdular,.
“İşte burası” dedi. “Düşündüm de, hoşuna gidecek şeyi
buradan alabilirsin buradan.”
Helen başıyla onayladı, ama vitrinden içeri bakarken
gözlerinde yaş vardı. Yeni şapka onun fikriydi, kendinin değil.
“Şu siyah olana ne dersin?” diye eliyle gösterdi. “Elbisenle
iyi giderdi.”
Kadının dudakları titredi. Onun hakkında bu kadar çok
sevdiği yanlarından biri de, kendisinin ne giydiğine gösterdiği
gerçekten samimi ilgisiydi. Her ne kadar aslında artık genç
olmadığını bilsen de, bu kendini genç ve sevilen biri gibi
hissettmeni sağlardı.
“Evet. Evet, iyi giderdi, değil mi?” Özenle onun gözleriyle
buluşmaktan kaçındı, çünkü kendi gözlerinde onun görmemesini
gerektirecek çok şeyler vardı.
Dükkana girdiler. Bir tezgahtar belirdi yanlarında hizmet
etmek için.
Helen şapkayı tarif etti. Vitrinde duruyordu.
Şu anda dükkana hiç gelmemiş olmayı diledi. Ama Greg
ısrar etmişti. Ona bir şey vermek istemişti. Bir ayrılık hediyesi
demişti adına.
Gülümsüyordu şimdi üzgün olmayan, dertsiz gözlerle. Bu
da Helen’i şaşırttı. Ve ama neden diye sordu kendine ? Şapkayı
tezgahtardan alıp ve mavi-gri saçlarının üzerine yerleştirdiği
anda;






 She had always tried to be modern, and part of modernity
was to see these things through bravely, when and if they came.
Her mind turned back. And she saw herself in the hat
shop mirror, not as someone in a black tailored suit, but as a
bride. Smiling, radiant, on Greg’s arm. At least they had said she
had looked like that. She had never thought of it, never cared.
She had been so completely, so blindly happy.
Five minutes later they were out again in the sunshine of
the street and Greg, after looking at his watch, suggested tea.
“I know a place-“ There was an expression of excitement
in his eyes which she could not understand. “You’ll like it there.”
It was a small, very ordinary café in one of the side streets
off Oxford Street. He ordered for them both, and then leaned
back.
He didn’t speak, but his hand came out across the table
and took hers.
“Please, God, don’t let me cry,” she prayed. “Not now. Not
so long as he’s with me.”
The tea arrived. He drank one cup quickly, lit himself a
cigarette, and then said:
“You’re quite certain that you want to stay on in that house
alone? I mean- well, I feel rather badly about the whole thing,
and if there’s anything I could do-“







 Her zaman modern olmaya çalışmıştı ve modernliğin bir
parçası da gelişen olayları, geldikleri zaman ve şartlarda cesurca
karşılamaktı.
Zihni bir an eskilere gitti. Ve şapka dükkanındaki aynada
kendini, terziye diktirilmiş siyah bir takım elbise içindeki biri
olarak değilde, bir gelin olarak gördü. Greg’in kollarında
gülümseyen ve mutluluktan uçan. Herkes öyle göründüğünü
söylemişti. Bunu hiç aklına getirmemiş, hiç umursamamıştı.
Şimdiye kadar öylesine bütünüyle ve kör bir şekilde mutlu
olmuştu ki…
Beş dakika sonra tekrar dışarıda, güneş ışığıyla parlayan
caddedeydiler ve Greg, saatine baktıktan sonra, çay içme
teklifinde bulundu.
“Bir yer biliyorum_” Gözlerinde, Helen’in anlayamadığı bir
heyecan ifadesi vardı. “Orayı seveceksin.”
Bu Oxford Caddesi’nden uzak yan caddelerden birinde
küçük, oldukça sıradan bir kafeydi. İkisi için de sipariş verdi, ve
sonra geriye yaslandı.
Konuşmadı, ama eli masanın üzerinden uzanıp Helen’in
ellerini tuttu.
“Lütfen, Tanrım, ağlamama izin verme,” diye yalvardı
Helen. “Şimdi olmasın. Benimle birlikte olduğu süre boyunca
değil.”
Çaylar geldi. Bir Fincanı çabucak içti, kendine bir sigara
yaktı, ve şöyle dedi:
“O evde tek başına kalmak istediğinden tamamen emin
misin? Demek istediğim- yani, bütün bu olanlar hakkında kendimi
oldukça kötü hissediyorum, ve eğer yapabileceğim bir şey
varsa_”

 There was one thing, but it would have been hysterical
weakness to have suggested it. She shook her head. She didn’t
want him to have any feelings of regret, any pains of conscience.
It had been wonderful having him for all those years.
“No, really,” she said. “It’ll be all right.”
But he still didn’t seem satisfied.
“There’s another thing I’d like to mention,” he said. “I
didn’t say anything about it before because I know- well, I know
how sensitive you are about that sort of thing- “ He broke off and
then went hurriedly on, his eyes avoiding hers. “It’s money. I’ve
arranged with the bank…”
The color came at once to her cheeks. Not because of
any false pride. That was a luxury you couldn’t afford if you had
no one to support you. But-
“Oh, Greg, you shouldn’t,” she said with embarrassment.
He brushed that aside. Angrily almost.
“Why not? It’s something I want to do. And Sandra- “ He
mentioned the girl’s name- “She agrees. We were talking about it
last night.”
Sandra…. We…. How easily, familiarly, he spoke of her.
Helen thought with an ache. And yet two months ago they hadn’t
even met. Two months…. Was it really only that time since he’d
gone up to London on that business trip?
She had realized, of course, after he came back, that
there was something, although he hadn’t actually said a word
then. Some deep-rooted woman’s instinct had warned her that
he wasn’t all hers any longer, that she was sharing him with
someone else.
 Bir şey vardı, ama bunu teklif etmek histerik bir zayıflık
olurdu. Başını iki yana salladı. Onun hiç bir pişmanlık ya da
vicdan azabı duymasını istemiyordu. Yıllardır ona sahip olmak
bile çok güzeldi.
“Hayır, gerçekten, dedi Helen. “Yakında düzelir.”
Ama o halen tatmin olmuş görünmüyordu.
“Bahsetmek istediğim başka bir şey var,” dedi. “Daha
önce bunun hakkında hiç bir şey söylemedim çünkü biliyorumyani,
bu tür konularda ne kadar duyarlı olduğunu-” Konuşmasını
birden kesti ve sonra aceleyle devam etti, gözlerini ondan
kaçırarak. “Konu para. Bankayla ilgili düzenlemeleri yaptım…”
Hemen yanaklarına renk geldi. Bu hiç de sahte bir gurur
nedeniyle değildi. Eğer sana destek olacak kimsen yoksa; gurur
konusu yapmayacağın bir lüx sayılırdı. Ama-
“Ah, Greg, yapmamalıdın,” dedi utanarak.
O buna aldırmadı bile. Neredeyse sinirli şekilde.
“Neden olmasın? Bu yapmak istediğim bir şey. Ve
Sandra-” Kızın ismini söyledi- “O da aynı fikirde. Geçen gece bu
konu hakkında konuşuyorduk.”
Sandra…. Biz…. Ne kadar da kolay ve samimi bir ifadeyle
konuştu onun hakkında, diye düşündü Helen acı içinde. Ve iki ay
önce henüz tanışmamışlardı bile. İki ay…. Gerçekten de, şu iş
gezisi için Londra’ya gitmiş olması gerçekten bu kadar mıydı?
O döndükten sonra elbette farketmişti bir şeyler olduğunu,
her ne kadar o zamanlar gerçekten bir kelime bile etmediyse de.
Bir çeşit derinden gelen kadın içgüdüsü, kendisine artık
tamamen sahip olmadığı ve onu bir başkasıyla paylaşıyor olduğu
hususunda onu uyarmıştı.


 A girl. Young, fresh, and lovely. The imagined picture had
filled her with a sense of panic. He had changed his job for a
better one and gone up to live in London. For a month she hadn’t
seen him. And she had never met the girl.
Sandra… She worked in the advertising business, he had
told her. And very clever. But that didn’t matter to Helen. When
you have loved somebody with every part of you, you did not
think of cleverness in considering that younger person to whom
you were losing him.
Was she really nice? Would she work to keep him happy
as you had tried to do?
But Sandra,… The name had a sharp quality. You couldn’t
imagine a girl with a name like that being- Helen’s eyes were
drawn to a girl who had just walked into the café, who was
looking around hesitantly- well like that, for instance.
Then the girl turned. She was beautiful, with a shy, sweet
loveliness that caught at your heart. Helen stayed, quite
unconscious that she was staring. And then her eyes widened in
surprise as she saw Greg rise to his feet. The girl was hurrying
towards their table.
“So you were able to get here, darling!” She heard Greg’s
voice and then he had turned, was smiling down at her. “A little
surprise,” he said. “This is Sandra, Mother. Tomorrow’s happy
bride!”
 Bir kız. Genç, canlı ve sevimli. Hayalindeki resim, onu bir
panik duygusuyla doldurdu. Greg ise işini daha iyi bir işle
değiştirmişti ve yaşamak için Londra’da gitmişti. Bir ay boyunca
onu görmemişti. Ve kızı da daha önce hiç görmemişti.
Sandra… Reklamcılık işinde çalıştığını söylemişti
kendisine. Ve çok da zeki olduğunu. Ama bu Helen için önemli
değildi. Birini tüm kalbinizle sevdiğinizde, bu sevdiğiniz kişiyi,
uğruna kaybediyor olduğunuz daha genç insanın zekiliğini asla
umursamazdınız.
Gerçekten güzel miydi? Senin uğraşmış olduğun kadar
onu mutlu etmek için uğraşır mıydı?
Ama Sandra,… İsminin belirgin bir kalitesi vardı. Bunun
gibi bir ismi olan bir kızın böyle- Helen’in gözleri, kafeye yeni
girmiş ve kararsızca etrafına bakınmakta olan bir kıza takıldımesela
böyle biri olabileceğini hayal bile edemezdiniz.
Sonra kız döndü. Kalbinizi yakalayan, utangaç ve sevimli
çekiciliğiyle güzel bir kızdı. Helen kızın bakındığını görünce
bilinçsizce bakakalmıştı. Ve sonra Greg’in ayağa kalktığını
görünce şaşkınlıktan gözleri daha da açıldı. Kız onların
masasına doğru hızla yaklaşıyordu.
“Demek buraya gelebildin, sevgilim!” diyen Greg’in sesini
duydu; ve sonra Greg dönmüş, kendisine gülümseyerek
bakıyordu. “Küçük bir süpriz,” dedi Greg. “Anne, bu Sandra.
Yarının mutlu gelini!”