Karar – Decision

Karar – Decision


Decision
Roy Hilligoss(İngilizce)
Karar
Roy Hilligoss(Türkçe)
Even after a year, Chad still called us Aunt Pat and
Uncle Bill. But we thought our job had become that of
mother and father – until that letter arrived from the 6th Artillery
headquarters in North Africa in our mailbox in East Orange, New
Jersey.
Chad had come to us as an English refugee. He was
supposed to stay until they had put “Mr. Hitler in the bag,” as he
expressed it, and he could go back to his adored father, Major
Jollison of the Royal Artillery. In other words, he had been sent to
the United States like many other English children to live with an
American family for the duration of the war, after which time he
planned to return home to London.
But Major Jollison had been killed while resisting a Nazi
tank attack in the North African desert.
Chad had taken the news without the slightest show of
emotion. Probably Pat and I alone realized the sharp pain that
must have torn through his young heart when he learned that his
father was dead. He was English and his people were fighting a
desperate battle, so he could not let his own individual tragedy
show.
England meant much to him, but when he had recovered
a little from the shock he seemed resigned to living with us and
becoming an American. He had had no one else but his father.
“I shall try very hard,” he told us seriously in that thin,
rather sharp voice of his, “to be as you would want your own boy
to be. I shall get onto your American ways as quickly as I can
and try to make you quite proud of me.”






Aradan bir yıl geçmesine rağmen, Chad bizi, Pat teyze
ve Bill amca diye çağırıyordu. Ama biz ona, ana baba
gibi davranma yönünde kendimizi sorumlu hissediyorduk. Taki,
Kuzey Afrika’daki 6ncı Topçu Alayı’ndan, New Jersey’nin, Doğu
Orange kasabasında bulunan evimizin posta kutusuna gelen
mektubu okuyana kadar.
Chad, bizim yanımıza bir İngiliz mülteci olarak gelmişti.
Onun sözüyle İngilizler’in, Hitler’in işini bitireceği ve çok sevdiği
babası, Kraliyet Topçu Birliği’nden Binbaşı Jollison’un yanına
geri döneceği zamana kadar kalmak üzere gelmişti. Başka bir
deyişle, diğer bir çok çocuk gibi, o da Amerika’ya savaş sona
erinceye kadar bir Amerikan ailesinin yanında kalması için
gönderilmişti. Belli bir süre sonra da Londra’ya, memleketine geri
dönmeyi planlıyordu.
Ama Binbaşı Jollison, Kuzey Afrika Çölü’nde, bir Nazi
Tank taarruzuna karşı koyarken ölmüştü.
Chad babasının ölümünü öğrendiği zaman, yüzünde en
küçük bir üzüntü emaresi belirmedi. Ancak Pat ve ben, babasının
ölüm haberini aldığı zaman gencecik kalbini yırtarcasına batan
keskin bir acı saplandığını hissettik. Ama o bir İngiliz idi ve halkı
ümitsiz bir savaşın göbeğinde mücadele veriyordu. Öyleyse,
kendi kişisel üzüntülerini göstermeye hakkı yoktu.
İngiltere, ona çok şey ifade ediyordu, ama şoktan kendini
biraz kurtardıktan sonra, kaderine boyun eğmiş görünerek,
bizimle yaşamaya ve bir Amerikan olmaya razı oldu. Babasından
başka hiç kimsesi de yoktu zaten.
O ince ve nispeten keskin sesiyle, gayet ciddi bir şekilde:
“Bütün gücümle kendi oğlunuzun nasıl olmasını istiyorsanız öyle
bir çocuk olmaya çalışacağım. Amerikan yaşayış tarzına,
gelenek ve göreneklerine, yapabildiğim kadar çabuk ayak
uydurarak, benimle gurur duymanızı sağlayacağım” dedi ve


He smiled. “I shall even admire your Revolutionary patriots.”
So we could not help loving him, you see, and hoping he
really wanted to stay with us forever, even after the war had
ended.
He did brilliantly, and an early problem – the way the other
boys at school kidded him about his English accent and manners
– had disappeared. Everyone in town knew how bravely his
father had died, and this gave Chad a certain romantic interest.
In fact everything had gone beautifully – till that letter
came from a member of the 6th Artillery, Captain Burroughs. The
6th Artillery had been Major Jollison’s military unit.
Pat held the letter out to me one evening, the moment I
came in the door. But she was too upset emotionally to wait until
I read it.
“He was terribly fond of Chad’s father, Bill,” she said. “And
he’d like to offer Chad a place to live – with his mother in her
home just outside London.”
I looked up from letter. “He says he recognizes the
danger.”
“But he’s like all Englishmen, I suppose,” Pat said. “Rain
or shine, bombs or no bombs, they think that England is the only
place in the world to live. And of course he thinks Chad will be
company for his mother. She’s old and alone…. Oh, Bill, do you
think he’ll go?”
I shook my head. “I don’t know. But I’ve been afraid he
would some day.”
“But he has no relatives there. Surely he’d rather be with
us….”
“It’s like you said – rain or shine. And he’s not really our
boy, Pat; we just hope he would be, and he’s tried to pretend.”
gülerek ekledi: “Hatta sizin bağımsızlık savaşı kahramanlarınıza
da hayran olacağım.”
Böyle bir çocuğu sevmemek imkansızdı. Hatta onu o
kadar çok seviyorduk ki, savaş sona erdikten sonra da, bizimle
her zaman kalacağını umuyorduk.
Çok çabuk yaşam koşullarımıza ayak uydurdu ama kısa
bir süre sonra karşılaştığımız bir problem – Okuldaki diğer
çocukların, onun İngiliz aksanıyla ve tarzıyla alay etmeleri – de
ortadan kalktı. Şehirdeki herkes, babasının ne kadar cesurca
öldüğünü biliyordu. Bu da Chad’e bir sempati kazandırıyordu.
6ncı Topçu Alayı’ndan Yüzbaşı Burroughs tarafından
gönderilen mektup bize ulaşana kadar her şey gayet güzel
gidiyordu. 6 ncı Topçu Alayı, Binbaşı Jollison’un askeri birliğiydi.
Pat, bir akşam eve geldiğimde, kapıdan girer girmez,
mektubu bana uzattı. O kadar üzgün ve duygu yüklüydü ki ben
mektubu okuyuncaya kadar zor sabretti.
“Chad’in babasını çok severmiş, Bill ve Chad’e Londra’nın
biraz dışında kendi annesinin evinde yaşamayı öneriyor” dedi.
Mektuptan kafamı kaldırdım ve: “Tehlikenin farkında
olduğunu söylüyor” dedim.
Pat heyecanla: “Ama o da bütün diğer İngilizler gibi.
Yağmur veya güneş; bomba olsun veya olmasın; hepsi,
İngiltere’nin dünya üzerinde yaşanabilecek tek yer olduğunu
düşünürler. Chad’in annesine can yoldaşlığı yapacağını söylüyor.
O yaşlı ve yalnız bir kadın… Bill, sence gerçekten de gider mi?”
Kafamı salladım: “Bilmiyorum. Ama uzun zamandır bir gün
gitmesinden korkuyordum” dedim.
“Ama orada hiç akrabası yok. Şüphesiz bizimle kalmayı
tercih eder” dedi Pat.
“Senin de dediğin gibi yağmur veya güneş. Zaten o, bizim
çocuğumuz da değil Pat. Biz sadece onun bizim oğlumuz
olmasını istedik, o da öyle yapmaya çalıştı, hepsi bu” dedim.

She sighed. “I know, I was only hoping, not talking sense.
Well…” she took my arm, “ – let’s go up to his room and tell
him.”
Chad was lying on his small stomach, reading, when we
entered his room. He got quickly to his feet and shook my hand –
he always did that when I got home evenings. “How’d the stock
market go today, Uncle Bill?” He was picking up our ways fast.
I handed him the letter.
I watched his blue eyes move quickly back and forth
across the page, and when they reached the bottom they stayed
there. He was thinking rapidly. Suddenly I knew he’d made his
decision because his face lost all expression: a habit of his.
“Are you going dear?” Pat asked softly.
He nodded. “I must, Aunt Pat.”
“They’re raining bombs on London, son,” I said.
“I know,” he said. “That’s why I’m going.”
“I don’t understand,” I said.
“I mean…” for a moment he paused,” – well, when your
country’s having its most difficult times, that’s when it needs you
most.”
That sounded a bit too grown-up, too like something he
had read somewhere. I looked suspiciously at him, but his eyes
met mine bravely. “All right, son,” I said. “I’m sorry, but if you….”
“I’m sorry too,” he said quickly. “Really, Uncle Bill. But I
must go.”
“I’d better finish getting dinner,” Pat said in a queer voice,
and left us.
“And I have to wash,” Chad said steadily.
I was left, staring down at the letter from Captain
Burroughs, already missing these strange youngster as if he’d
been all our own from the very start.
Pat derin bir iç çekti: “Biliyorum, sadece öyle olmasını
umuyorum, duygusal konuşmak amacında değilim. Yani…” elimi
tuttu ve “Haydi, odasına gidip ona söyleyelim” dedi.
Odaya girdiğimizde, Chad uzanmış kitap okuyordu. Her
akşam eve geldiğimde yaptığı gibi, ayağa kalktı ve elimi sıktı.
“Bugün borsa nasıl gitti?” dye sordu. Bizim yaşamımıza çabuk
ayak uyduruyordu.
Mektubu ona uzattım. Mavi gözlerinin sayfanın sağına
soluna süratle hareket edişini seyrettim. Sayfanın sonuna
geldiğinde gözleri orada kaldı. Hızlı düşünüyordu. Birden,
kararını verdiğini anladım. Çünkü, yüzündeki bütün o ifade
silinmişti. Bu, onun bir alışkanlığıydı.
“Gidiyor musun, hayatım?” diye sordu Pat, hafifçe.
Onaylarcasına kafa salladı: “Gitmeliyim, Pat teyze” dedi.
“Londra’nın üstüne yağmur gibi bomba yağdırıyorlar,
evlat” dedim.
“Biliyorum, zaten bu yüzden gidiyorum” dedi.
“Anlamıyorum” dedim.
“Söylemek istediğim…” bir süre durakladı ve “Yani,
ülkenizin en zor zamanlarını yaşadığı an, size en fazla ihtiyaç
duyduğu andır” dedi.
Bu sözler bir parça, çok daha büyük insanların söylediği
sözler gibi göründü. Sanki bir yerlerden okumuştu. Şüpheli bir
şekilde ona baktım ama gözlerini cesurca benimkilere dikti.
“Pekala, evlat” dedim. “Üzgünüm, ama eğer…”
“ Ben de üzgünüm” dedi hemen. “Gerçekten, Bill Amca.
Ama gitmek zorundayım.”
“Ben akşam yemeğini hazırlasam iyi olacak” dedi Pat
garip bir ses tonuyla ve odadan ayrıldı.
“Ben de duş almalıyım” dedi Chad.
Ben, Yüzbaşı Burroughs’dan gelen mektuba bakar halde
kaldım. Şimdiden bu yabancı çocuğu, sanki doğduğundan beri
bizimleymiş gibi özlediğimi hissettim.

We didn’t talk much about his going. But we might as well
have discussed it constantly; it certainly was with us every
moment. From that first night, on through the week following,
there were few signs of cheerfulness in our house.
But the evening I came home with final details about his
trip to New York, where a friend of mine would take charge and
get him safely onto the boat…well, that about finished it. Chad’s
quiet unrevealing face didn’t change a bit, but Pat looked at me
as if I would struck her. I knew how she felt.
Late that night I woke up, frightened, sure I had heard
Chad crying in the next room. But it was Pat.
“You are crying, darling?”
“Of course,” she said shakily. “Oh, Bill, it hurts to lose
him.”
I held her close. “I know so well,” I said. “He’s like our own
boy.”
And then so quickly, it was the day for Chad to leave us. I
had stayed home to drive him to the station, but Pat wasn’t going
alone. She said she simply couldn’t take it.
The three of us were standing in the doorway, just
standing there with little to say. Chad was wearing the same
clothes he had come to America in – he had wanted to wear
them – the short coat, the small cap, the wool stockings that left
his knees bear. But when we had first seen him on a dock in
New York, he had been looking about him defiantly, with his chin
out, trying to hide his fears; now his face was serious, his lower
lip pulled slightly in.
“I’ve been happy here,” he said.
He was interrupted by the mailman, who handed a letter
to Pat. She passed it on to me.
“Goodbye, Chad,” she said weakly. ”Always remember
that we….”
Gidişi hakkında fazla konuşmadık. Yine de sürekli bu konu
hakkında tartıştık. Çünkü bu konu her an bizimle birlikteydi. Bu ilk
geceden itibaren, geçen bir hafta boyunca evimizde çok az bir
mutluluk havası vardı.
O akşam eve, onun New York’a gidişiyle ilgili son
detaylarla geldim. New York’ta da bir arkadaşım ona göz kulak
olup, güvenle gemiye binmesini sağlayacaktı. İşte o anda, evde
kalan son mutluluk ışıkları da söndü.
Chad sakindi. Anlamsız yüz ifadesinde hiç değişiklik
olmadı. Ama pat, sanki onu fena halde hırpalamışım gibi
bakıyordu bana. Neler hissettiğini biliyordum.
Gece geç saatte, Chad’in olduğuna emin olduğum bir
ağlama sesiyle irkildim. Ama ağlayan, Pat idi.
“Ağlıyor musun, hayatım?” diye sordum.
“Elbette” dedi titreyen sesiyle. “Onu kaybetmek çok acı
veriyor.”
Onu kucakladım ve: “Çok iyi biliyorum” dedim. “ Sanki
bizim öz oğlumuz gibi.”
Sonra kısa sürede, Chad’in bizden ayrılacağı gün geldi
çattı. Ben, onu istasyona götürmek için evde kalmıştım ama Pat,
buna kolayca katlanamayacağı için gelmeyeceğini söyledi.
Üçümüz de kapının girişinde, birbirimizle fazla
konuşmadan ayakta duruyorduk. Chad, Amerika’ya ilk geldiği
zaman giydiği kıyafetlerini giymişti. Kendisi, onları giymek
istemişti; kısa bir palto, küçük bir şapka, dizlerine kadar gelen
yün çoraplar… Onu, New York’ta limanda ilk gördüğümüzde,
buraya geldiğine hiç memnun olmamış gibi bakıyordu. Çenesi
dışardaydı ve korkularını gizlemeye çalışıyordu. Şimdi ise
yüzünde ciddi bir ifade vardı. Alt dudağı biraz daha diğerine
yakındı.
“Burada çok mutluydum” dedi.
Postacı daha fazla konuşmasına engel oldu. Pat’a bir
mektup uzattı. Pat mektubu bana verdi. Chad’e dönerek:
“Güle güle, Chad. Her zaman hatırla ki biz…”

“Wait,” I broke in. ”This letter’s from Captain Burroughs.”
But my enthusiasm was short – lived. “It’s just a little
consolation,” I said. “He says we won’t have to worry about
Chad. Mrs. Burroughs is being removed to Australia and Chad is
supposed to join her there. There won’t be any bombs
anywhere.”
“That’s something,” Pat said.
But Chad was suddenly all animation. “Then I don’t have
to go!”
Pat dropped to her knees and stared at him. “You don’t
have to go? Didn’t you want to go?”
“Why, no,” Chad said. “But she was a very old lady and all
alone in the bombings. I thought I would be able to protect her.
But now that she’s been sent to Australia….”
“Why on earth didn’t you tell us how you felt? I demanded.
He seemed a little embarrassed. “I was afraid, “ he said,
“that it might seem forward of me to think I could protect Mrs.
Burroughs. And I knew you wouldn’t want a son who was
forward.”
Pat was half-laughing, half-crying, and hugging wildly. To
cover my own feelings I said with an imitation English accent,
“then you’re quite happy now, old boy?”
“Quite happy?”. He smiled up at me. “Uncle Bill, I feel like
a million bucks!”
Chad Jollison – American schoolboy, our boy.
“Dur!” diye araya girdim. “Bu mektup Yüzbaşı
Burroughs’dan.” Ama heyecanım uzun sürmedi: “Yalnızca teselli
etmek için yazmış. Chad için endişelenmemizi istiyor. Bayan
Burroughs’un Avusturalya’ya gönderildiğini ve Chad’in de ona,
orada katılacağını, orada da hiç bomba olmayacağını yazıyor”
dedim.
“Bu da bir şey” dedi Pat.
Ama Chad birden, büyük bir coşkuyla:
“O halde gitmeme gerek yok!” dedi.
Pat dizlerinin üzerine düştü ve ona bakakaldı:
“Gitmek zorunda değil misin? Gitmek istemiyor muydun?”
diye sordu.
“Neden? Tabi ki hayır” dedi Chad. “Ama o çok yaşlı bir
kadındı ve bombaların altında yalnızdı. Ben onu
koruyabileceğimi düşünmüştüm. Ama madem ki şimdi o
Avustralya’ya gönderildi…”
“Neden daha önce neler hissettiğini bize söylemedin?”
diye çıkıştım.
Biraz utanmış görünerek: “Korktum” dedi. “Bayan
Burroughs’u korumaya çalışmam bir küstahlık olarak görülür ve
siz de küstah bir oğul istemezsiniz diye korktum.”
Pat yarı ağlar, yarı güler bir halde çılgınca ona sarılıyordu.
Ben de duygularımı gizlemeye çalışarak, taklit İngiliz aksanıyla:
“O halde şimdi gerçekten mutlusun, ihtiyar çocuk” dedim.
“Çok mutlu” gülerek yüzüme baktı ve “Bill Amca, kendimi
bulutların üstünde hissediyorum” dedi.
Chad Jollison: Amerikalı öğrenci, bizim oğlumuz…